Gazeteci yazar Ece Temelkuran, yeni romanı “Devir”de “Unutmamak ile hatırlamak aynı şey midir? Yaşananlar, yani 'hayat' yeni devirlere, kuşaklara nasıl geçer? Hangi izleri bırakır?” sorularını, sekiz yaşında iki çocuğun tanıklıklarıyla cevaplıyor.
Selin SAYAR - Ece Temelkuran, geçtiğimiz günlerde Can Yayınları etiketiyle yeni bir kitap çıkardı. İsmi, “Devir”. Temelkuran'ın “devri” 1980 Mayıs'ının son günlerinde başlıyor. İkisi de sekiz yaşında olan iki çocuğun gözünden, Ali ve Ayşe anlatıyor dönemi. Onlar, Kuğulu Park'taki kuğuları kurtararak, “devrimci abi ve ablaların” ölmelerini engellemeye çalışırken, bizler de “unutulmayacak” olanla “hatırlayamayacaklarımız” arasında gidip geliyoruz. Temelkuran'la Karaköy'de bir kafede buluşup, yeni devirleri, kuşakları konuşuyoruz...
Kitabın ana karakterleri Ali ve Ayşe adında iki çocuk. Neden 1980'leri, o dönemi bizzat yaşayan yetişkinlerin ağzından değil de çocuklardan aktarmayı tercih ettiniz?
Ben çocuk gözünün en berrak, en hastalanmamış göz olduğunu düşünüyorum. Kitabın içinde de var; “Gerçek; iki çocuk arasında en kısa doğrudur” diye. O dönemde olanları, bütün o çılgınlığı içeriği bilmeden, dışarıdan izleyerek anlatmak ancak bu kadar yalın olabilirdi diye düşünüyorum. Bir de eğer bir yetişkinin gözünden anlatmış olsaydım o yetişkinin hangi siyasi düşünceye, nasıl bir geçmişe sahip olduğu meselesi gündeme gelecekti. Bunu istemedim, “saf bir göz” istedim.
“Bundan sonraki isyan sözsüz ve öfke dolu olacak”
“İzlediğimiz filmin bizim kuşak için ilk sahnesi 12 Eylül” diyorsunuz. Bu filmin son sahnesi nedir, neresidir sizce?
Son sahne değil de, şimdilik içinde yaşadığımız perde var. 80'den Gezi'ye kadar 30 yıllık bir süreç vardı. Gezi'den sonraki dönem başka bir dönem olacak diye düşünüyorum. Gezi, 80'den sonra ilk kez bu kadar kitlesel ve birbirinden çok farklı insanın aynı anda isyan ettiği bir ayaklanmaydı. Bundan sonraki sahnede ne olacak meselesi elbette karışık. Ama ben öyle zannediyorum ki bundan sonra sözsüz bir isyan gelecek. Gezi'deki çocukları mumla arayacaklar. Çünkü Gezi'de bir söz vardı, bir cümle vardı. İnsanlar konuşuyorlardı, dertlerini anlatıyorlardı. Bundan sonraki isyan bence sözü olmayan, öfke dolu bir şey olacak. Öfkesini patlatmak isteyen, talebi bile olmayan bir isyan olacak. Bundan sonrasını hiç iyi görmüyorum açıkçası.
Kitapta Aydın Bakar karakterinin anlatılarında sık sık “Bu memleketin sularına karışan bir ilk neden” vurgusu yapılıyor. Burada anlatmak istediğiniz nedir?
Aydın, yarı aydın bir karakter. Yazarken Oğuz Atay'ın anlattıklarından esinlendim doğrusu. Ve o bir ilk neden arıyor. Sadece Aydın değil, bu ülkede yazar, düşünür, sosyolog, siyasetçi olmayan bir sürü insanın da “Bu ülke neden böyle?” diye düşündüğünü biliyoruz. Bu hem onlarla hem de bu ülkenin neden bu kadar merhametsiz olduğunun açıklanamamasıyla ilgili bir gönderme. Aydın geriye doğru “Burası neden bu kadar çocuklarını sevmeyen, kendinden nefret eden, kendine öfke duyan bir toprak?” diye sorduğunda, işte orada devşirme çocukların devlet geleneğini kurduğunu, o yüzden bunun onların intikamı olduğunu düşünüyor.
Kitapta sıkıyönetim döneminde yasaklanan sözcükler sık sık tekrar ediyor...
Geçmiş bir dönemi sinemada, tiyatroda tekrar yaratırken o döneme ait nesneleri bol bol kullanıyorlar. Dönem filminde o döneme ilişkin elbiseleri, eşyaları görüyoruz, müzikleri duyuyoruz. Ben geçmiş dönemin yeniden yaratılmasının bu nesne yığınıyla olabileceğini düşünmüyorum. Geçmişe dönebilmenin tek koşulu bence o dönemin sözcüklerine geri dönebilmek. Çünkü o sözcüğe geri dönemezseniz, o düşünceye, o duyguya geri dönemezsiniz. Dolayısıyla sadece başarısız bir tiyatro sahnesi kurmuş olursunuz. İkincisi, sözcükler yok olunca o sözcüklerin denk geldiği düşünceler de yok oluyor. Sözcüğü hatırlayınca, fiili de geri geliyor. Bu nedenle “sözcük” meselesi çok önemli. Türkiye'deki en büyük sorunlardan biri, insanların birbirini yanlış anlaması ve kendilerini ifade edememesi. Çünkü ben 80'in sadece siyasi dilimizi, düşünsel evrenimizi iğdiş ettiğini düşünmüyorum. Aynı zamanda ifade etme yeteneğini de ortadan kaldırdığını düşünüyorum.
Hatırlamak tehlikeli bir şey mi sizce?
Evet, çok tehlikeli bir şey. Çünkü insan belli bir şekilde hatırlıyor olanları ve o hatırlama şekline göre bugün hayatını kuruyor. Kendi kişiliğini, kendi kendini tarif edişini... Dönüp de sizi kuran şeylerin, hiç de hatırladığınız gibi olmadığını anladığınızda bugünkü haliniz, algınız yıkılıyor. Yeniden kurmak için epeyce bir vakit ve enerji gerekiyor. Hatırlamak, o yüzden hem kişisel hem toplumsal olarak tehlikeli bir şeydir. Zor bir şeydir ama hep de gereklidir. Doğru ve tamamını hatırlamak ama. En önemlisi o. Bu kitabın başındaki “Unutulmayacak olanlar kalır... Ya hatırlamayacaklarımız?” meselesi bununla ilgili zaten. Unutmayacağız diye direttiğimiz şeyler var da, hayatın kurulumu sadece o “unutmayacağız” dediklerimizle ilgili değil. Bir de unutmamaya değer bulmadığımız, dolayısıyla hatırlamadığımız şeyler var. Esas hayatı, ruhu kuran şeyler onlar.
“Biz nerede kırıldık? algımız ne zaman değişti?”
“Devir”, bir senaryo metni gibi akıyor. Anlatıcılar konuşurken, o sırada dışarıdaki kornayı, sokağın sesini hakikaten duyuyoruz sanki..
Bu kitapta “Düğümlere Üfleyen Kadınlar”dan farklı bir şey yaptım. Onda köpüklü bir edebiyat var. Bu kitap öyle bir kitap değil. Daha sahne sahne tasarlanmış bir kitap. Okuyanın, bir film izler gibi hissetmesi için yazdım. Daha az söz, daha çok görüntü var. Bir de çocuklara anlattırdığım için çok az tasfir var.
Bir çocuğun diline erişebilmek zor iş doğrusu. Bunu nasıl başardınız?
Bunun için kitabın yarısını yazdım, sonra durdum baştan tekrar yazdım. Çünkü o çocuk dili oturana kadar çok zaman geçti. Fazla çocuksu oldu mesela en başta. Bir çocuk o kadar da çocuksu değil aslında. Yetişkin gibi davrandığı zamanlar da oluyor çünkü. Ancak tabii bu gerçek bir çocuğun gerçek bir hikayesi değil. Ben onu icat ediyorum, yeniden kuruyorum. Ama sonuçta kurduğum çocukluğun ikna edici olduğunu düşünüyorum.
Kitabın çıkış noktası neydi?
Kitaplar bana görüntüyle gelir hep. Aklımda sekiz yaşında bir kız çocuğu var ve koşuyor. Kim bu kız çocuğu, niye koşuyor, nereye koşuyor bilmiyorum. Niye o kız sekiz yaşında? Dokuz değil, 10 değil diye düşünürken, darbede sekiz yaşında olduğumu farkettim. Sekiz yaşta bir şey oldu bana ve tabii ülkeye. Nerede kırıldık, o kırılma neydi, neden öyle oldu, bizim ülkeyle ilgili karmaşık duygularımız nereden geliyor, algımız nasıl değişti vs.. Gezi olmasaydı bu kitabı yazmazdım. O zaman devredecek bir şey olduğunu düşünmezdim. Ama evet devredecek bir şeyler ve devralıcak bir kuşak var hala. O zaman biz, bir tür kayıp kuşak olarak devretme işini yapmalıyız. Biraz da ondan yazdım.
8 Şubat 2015 Pazar
- Sitede Yorumla
- Facebook Hesabınla Yorumla
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder