"Ülkelerin türkülerini yaratanlar kanunlarını yaratanlardan daha güçlüdür."
20 yıl önce Der Spiegel’de Kürt sorunu üzerine yayımlanan “Zulmün Artsın” makalesi nedeniyle DGM’de yargılanan büyük usta Yaşar Kemal, Anadolulu bir Yunan filozofun sözleriyle sesleniyordu kamuoyuna.
Sonra bir çağrı yaptı: “Her savaş, adı ne olursa olsun, bir yıkımdır, insanların ölüm fermanıdır, üstünde yaşadığımız toprakların, doğamızın ölüm fermanıdır, insanlığımızı çürütür, vicdanımızı çürütür.’’
Kimi sabahlar Yaşar Kemal’in o heybetli sesi Açık Radyo’da yankılanıyor: “Ne halt ederlerle etsinler insanlığı yok edemeyecekler”
Anadolu’yu, binlerce çiçekli bir kültür bahçesine benzeten büyük yazar şimdi bir hastanenin yoğun bakım ünitesinde “yaşam savaşı” veriyor. Torosları, “Diren İnce Memed” çağrılarını duyumsayarak hayata tutunmaya çalışıyor.
“Ayşe balık getirecek, birlikte yeriz”
Pazar günü İstanbul Çapa’da tedavi gördüğü bölüme gittim.
Güvenlik barajını aşamayınca hekimlerden bilgi alamadan geri döndüm. Medya çağında “ekran”larda yapılan rutin açıklamalar yeterli görülüyordu. Kameralar önünde sergilenen duyarlığın aksine ana baba günü olan servisler “gardiyan”lara terkedilmiş gibiydi.
Yaşar Kemal için konulan deftere duygularınızı ifade edip ayrılıyorsunuz. Ayşe Hanım’ı (Yaşar Kemal'in eşi) böylesine sıkıntılı bir dönemde ayrıca rahatsız etmek istemedim!
Oysa daha birkaç ay önce Yaşar ağabeyi evinde ziyaret etmiştim.
Keyfi yerinde ve sağlıklıydı.
“İnce Memed”i imzaladı.
“Bekle, Ayşe gelecek şimdi balık getirecek beraber yeriz” dedi. Çengelköy’ün tepelerinden Boğaz’a
bakarak söyleşiyorduk. Eski gazetecilik günlerini,
Anadolu röportajlarını anlatıyordu. Yaşar Kemal, mesleğe 1970’lerde başlamış kuşaklar için erişilmez bir dev, “efsane”ydi. “İnce Memed”i çoçukluğumda Hürriyet’te tefrika edildiği yıllarda okumuştum. Sadun Boro’nun “Dünya Seyahati” gibi çok etkilenmiştim. Yazar olamasam da “iyi bir gazeteci, kötü bir denizci olmanın” peşinde koşarken 1990’larda ikisiyle de dost olma şansını yakaladım.
Milliyet’te ilk yayın yönetmenliğim “promosyon çılgınlığı”nın tavan yaptığı döneme denk gelmişti. “Ansiklopedi savaşları” sırasında Meydan Larusse’ler ayaklar altına alınıyor, gazetelerin “sınır atamayan” rekabeti Milli Kütüphaneden Kongre Kütüphanesine uzanıyordu. Washington temsilcileri haberi bırakmış, tozlu raflarda yanlış bilgi bulma mesaisine başlamışlardı. O haliyle bile hiç olmazsa daha fazla okura ansiklopedi vermenin savaşını yapıyorduk. Ve iyi günlerimizdeymişiz! Bir süre sonra gazeteleri satma adına “çarşaf, tabak, çanak” promosyonları başlattık.
Gazete satışları milyonlara dayanmaya başlamıştı.
Bu, “Hayalimi gerçekleştirmek” adına bir fırsat olabilirdi. Yaşar Kemal uzun bir aradan sonra yeni bir roman yazmıştı: “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”
“Bir Ada Üçlemesi” adını verdiği kitabının telif haklarını kitap basılmadan alırsak, “İnce Memed” gibi tefrika (dizi yazı) edebilirdik. Sağolsun Zülfü Livaneli ile birlikte Yaşar Kemal’e gittik. Fikir Yaşar ağabeyin de hoşuna gitmişti.
Gazeteye davet ettik, Aydın Doğan’la kucaklaştılar, eski Babıali anıları canlandı.
Yaşar ağabey birkaç gün sonra elinde bir poşetle geldi. “Al işte roman burada” dedi. Daktilo edilmiş yüzlerce sayfa. Heyecan ve coşkuyla fotokopi makinesi aramaya başladık. “Uğraşma hiç, ben hallederim” dedi. “Yorulma” falan dememizi dinlemeden aldı sayfaları gitti. Akşama doğru getirdi. 23 gün tam sayfa yayımladık romanı. Büyük yankı uyandırdı.
Dostluğunu kazanmıştım ustanın.
Dizi sürerken biraraya her gelişimizde 1950-60’lı yılların gazeteciliğini anlatıyordu. Röpartajcılık yaptığı, Cumhuriyet’te yazdığı günleri…
İstanbul’a geldiği günlerde parkta yatıp Galata’da balık tutarak geçimini sürdüyormuş. “Yaşar Kemal olunca” şöhretle birlikte romanlarından kazanmaya da başlamış. Aziz
Nesin’lik bir öykü anlatmıştı: Gazeteler ondan bahsedip Mitterand’la, Nobel adaylığı konuşulmaya başladığı günlerde Çukurova’ya köyüne ziyarete gider. Hal hatır sorulduktan sonra söz İnce Memed’e gelir. Köyün yaşlılarından biri Yaşar Kemal’a sitem eder: “Yaşar, şan şöhret sahibi oldun, çok da para kazandın ama şu fakirin mezarını hâlâ yaptırmadın!” Yaşar Kemal, “kimin?” der:
“İnce Memed”in!
Her defasında gülerek anlatırdı bu öyküyü. “Yahu İnce Memed efsanesi benim roman kahramanım” dese de köy halkının beklentisi hiç bitmedi.
İnce Memed’le vedalaşmadan nereye büyük usta?!
Yazıyı “Türkiye Barışını Arıyor” konferansındaki (13 Ocak 2007) konuşmasıyla noktalayalım:
“Anadoluya gerçek bir demokrasiyi getirebilirsek, Anadolu kültürleri gene birbirlerini aşılayacak. Anadolunun eski zamanlardaki gibi insanlık kültürüne zengin katkısı olacak.
Bir ülke insanları insanca yaşamayı, mutluluğu güzelliği seçecekse, bu önce evrensel insan haklarından, sonra da evrensel sınırsız düşünce özgürlüğünden geçer.
Ülkemizin onurunu, ekmeğini, kültür zenginliğini kurtarmak elimizde …
Yaşa gerçek bir demokrasi ya da hiç…’’
Boğazın erguvanları açmadan, tez zamanda iyileş Büyük Usta.
Sonra bir çağrı yaptı: “Her savaş, adı ne olursa olsun, bir yıkımdır, insanların ölüm fermanıdır, üstünde yaşadığımız toprakların, doğamızın ölüm fermanıdır, insanlığımızı çürütür, vicdanımızı çürütür.’’
Kimi sabahlar Yaşar Kemal’in o heybetli sesi Açık Radyo’da yankılanıyor: “Ne halt ederlerle etsinler insanlığı yok edemeyecekler”
Anadolu’yu, binlerce çiçekli bir kültür bahçesine benzeten büyük yazar şimdi bir hastanenin yoğun bakım ünitesinde “yaşam savaşı” veriyor. Torosları, “Diren İnce Memed” çağrılarını duyumsayarak hayata tutunmaya çalışıyor.
“Ayşe balık getirecek, birlikte yeriz”
Pazar günü İstanbul Çapa’da tedavi gördüğü bölüme gittim.
Güvenlik barajını aşamayınca hekimlerden bilgi alamadan geri döndüm. Medya çağında “ekran”larda yapılan rutin açıklamalar yeterli görülüyordu. Kameralar önünde sergilenen duyarlığın aksine ana baba günü olan servisler “gardiyan”lara terkedilmiş gibiydi.
Yaşar Kemal için konulan deftere duygularınızı ifade edip ayrılıyorsunuz. Ayşe Hanım’ı (Yaşar Kemal'in eşi) böylesine sıkıntılı bir dönemde ayrıca rahatsız etmek istemedim!
Oysa daha birkaç ay önce Yaşar ağabeyi evinde ziyaret etmiştim.
Keyfi yerinde ve sağlıklıydı.
“İnce Memed”i imzaladı.
“Bekle, Ayşe gelecek şimdi balık getirecek beraber yeriz” dedi. Çengelköy’ün tepelerinden Boğaz’a
bakarak söyleşiyorduk. Eski gazetecilik günlerini,
Anadolu röportajlarını anlatıyordu. Yaşar Kemal, mesleğe 1970’lerde başlamış kuşaklar için erişilmez bir dev, “efsane”ydi. “İnce Memed”i çoçukluğumda Hürriyet’te tefrika edildiği yıllarda okumuştum. Sadun Boro’nun “Dünya Seyahati” gibi çok etkilenmiştim. Yazar olamasam da “iyi bir gazeteci, kötü bir denizci olmanın” peşinde koşarken 1990’larda ikisiyle de dost olma şansını yakaladım.
Milliyet’te ilk yayın yönetmenliğim “promosyon çılgınlığı”nın tavan yaptığı döneme denk gelmişti. “Ansiklopedi savaşları” sırasında Meydan Larusse’ler ayaklar altına alınıyor, gazetelerin “sınır atamayan” rekabeti Milli Kütüphaneden Kongre Kütüphanesine uzanıyordu. Washington temsilcileri haberi bırakmış, tozlu raflarda yanlış bilgi bulma mesaisine başlamışlardı. O haliyle bile hiç olmazsa daha fazla okura ansiklopedi vermenin savaşını yapıyorduk. Ve iyi günlerimizdeymişiz! Bir süre sonra gazeteleri satma adına “çarşaf, tabak, çanak” promosyonları başlattık.
Gazete satışları milyonlara dayanmaya başlamıştı.
Bu, “Hayalimi gerçekleştirmek” adına bir fırsat olabilirdi. Yaşar Kemal uzun bir aradan sonra yeni bir roman yazmıştı: “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”
“Bir Ada Üçlemesi” adını verdiği kitabının telif haklarını kitap basılmadan alırsak, “İnce Memed” gibi tefrika (dizi yazı) edebilirdik. Sağolsun Zülfü Livaneli ile birlikte Yaşar Kemal’e gittik. Fikir Yaşar ağabeyin de hoşuna gitmişti.
Gazeteye davet ettik, Aydın Doğan’la kucaklaştılar, eski Babıali anıları canlandı.
Yaşar ağabey birkaç gün sonra elinde bir poşetle geldi. “Al işte roman burada” dedi. Daktilo edilmiş yüzlerce sayfa. Heyecan ve coşkuyla fotokopi makinesi aramaya başladık. “Uğraşma hiç, ben hallederim” dedi. “Yorulma” falan dememizi dinlemeden aldı sayfaları gitti. Akşama doğru getirdi. 23 gün tam sayfa yayımladık romanı. Büyük yankı uyandırdı.
Dostluğunu kazanmıştım ustanın.
Dizi sürerken biraraya her gelişimizde 1950-60’lı yılların gazeteciliğini anlatıyordu. Röpartajcılık yaptığı, Cumhuriyet’te yazdığı günleri…
İstanbul’a geldiği günlerde parkta yatıp Galata’da balık tutarak geçimini sürdüyormuş. “Yaşar Kemal olunca” şöhretle birlikte romanlarından kazanmaya da başlamış. Aziz
Nesin’lik bir öykü anlatmıştı: Gazeteler ondan bahsedip Mitterand’la, Nobel adaylığı konuşulmaya başladığı günlerde Çukurova’ya köyüne ziyarete gider. Hal hatır sorulduktan sonra söz İnce Memed’e gelir. Köyün yaşlılarından biri Yaşar Kemal’a sitem eder: “Yaşar, şan şöhret sahibi oldun, çok da para kazandın ama şu fakirin mezarını hâlâ yaptırmadın!” Yaşar Kemal, “kimin?” der:
“İnce Memed”in!
Her defasında gülerek anlatırdı bu öyküyü. “Yahu İnce Memed efsanesi benim roman kahramanım” dese de köy halkının beklentisi hiç bitmedi.
İnce Memed’le vedalaşmadan nereye büyük usta?!
Yazıyı “Türkiye Barışını Arıyor” konferansındaki (13 Ocak 2007) konuşmasıyla noktalayalım:
“Anadoluya gerçek bir demokrasiyi getirebilirsek, Anadolu kültürleri gene birbirlerini aşılayacak. Anadolunun eski zamanlardaki gibi insanlık kültürüne zengin katkısı olacak.
Bir ülke insanları insanca yaşamayı, mutluluğu güzelliği seçecekse, bu önce evrensel insan haklarından, sonra da evrensel sınırsız düşünce özgürlüğünden geçer.
Ülkemizin onurunu, ekmeğini, kültür zenginliğini kurtarmak elimizde …
Yaşa gerçek bir demokrasi ya da hiç…’’
Boğazın erguvanları açmadan, tez zamanda iyileş Büyük Usta.
0 yorum:
Yorum Gönder